Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülme ihtimali bile, bu ülkenin medeniyet ruhuyla, iddialarıyla kavgalı bazı tuhaf insanların ne kadar Bizans muhibbi olduklarını ifşa etmeye yetti!
İstanbul’un fethinin üzerinden beş buçuk asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen fethin en önemli sembolü Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılma girişimine karşı çıkılabiliyor olması, fethin tamamlanmadığını ve fethin anlamının, ruhunun kavranmadığını gösterir.
Ya da fethin ruhunun yok olduğunu! Bizim ruhumuzu yitirdiğimizi, zihnimizin işgal altında olduğunu, bunun sonraki adımının ülkenin İslâmî geleceğinin tehlikeye düşeceği ürpertici gerçeğini…
İstanbul’un fethi milattır. Sadece bizim ülkemizin tarihi veya sadece İslâm tarihi açısından değil, insanlık tarihi açısından bir milattır fetih: Bir fetihten öncesi vardır; bir de fetihten sonrası.
İstanbul’un fethi, dünya tarihinin yönünü ve yörüngesini bizim belirlemeye, dünya tarihini bizim yapmaya başladığımızın en önemli göstergesidir.
İstanbul’un fethi, dünya tarihinin akışını bizim şekillendirdiğimizin tescilidir. İstanbul’un fethi, bizim tarihin önünde sürüklenen bir figüran değil tarihi önümüze katıp sürükleyen bir aktör olduğumuzun dünya âleme ilanıdır.
İstanbul’un fethi, küresel barış düzeninin nasıl kurulabileceğini, hangi temel ilkeler üzerinden gerçeğe dönüştürülebileceğini gösteren bir medeniyet atılımının işaretidir: Batılılar da aynı zaman dilimleri içinde dünya üzerinde hegemonya kurmaya başladılar, biz de!
Batılılar, dünya üzerindeki hegemonyalarını silahla, güce dayanarak kurdular. Bizse, fikre, fikrin gücüne dayanarak…
İngiltere ile Fransa arasında yaşanan, 1337 yılında başlayan Yüzyıl Savaşları ne zaman bitti? İstanbul “düştüğünde”!
İstanbul’un fethi, Avrupalıları tarihe kışkırttı: Avrupalılar, İstanbul’un fethiyle birlikte toparlandılar, silkelenip kendilerine geldiler ve Protestanlık etrafında modern meydan okumanın temellerini atmaya başladılar.
Batılılar bizi, Türkiye’yi, Osmanlı’nın çocuğu olarak görüyorlar. Osmanlı’nın çocuğu yani en büyük rakipleri. Osmanlı, İslâm medeniyetinin en son ve en güçlü temsilcisiydi: Adalet, merhamet, hakkaniyet ilkelerine dayanan, herkese hayat hakkı tanıyan aşılamamış ve anlaşılamamış bir medeniyet fikrinin zirvesiydi. Anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamayan bir zirve.
İstanbul’un fethedilmesini mümkün kılan medeniyet ruhunu diri tutan, hayata geçirmeye çalışan bir Türkiye, biz istesek de, istemesek de, kabul etmeye yanaşsak da, yanaşmasak da, Batılıların dünya üzerinde kurdukları haksız, zorba, emperyalist hegemonyanın, kapitalist, bencil, insanlığı aşağılayıcı dünya sistemlerinin önündeki en büyük takozdur.
Ayasofya hem fethin sembolüdür hem de bizim dünya üzerinde kurduğumuz hâkimiyetin ve bu hâkimiyetle gerçekleştirdiğimiz adalet, merhamet ve hakkaniyet düzenini İslâm’a borçlu olduğumuzun ifadesidir.
Ayasofya’nın cami yapılması, Müslümanların bütün kiliseleri, sinagogları yakıp yıktıkları anlamına gelmez. Bu anlama geldiğini ısrarla ve utanmadan insanların zihnine kazıyanlar -özür dilerim ama- ya salaktır ya da asalak!
Bütün mabedlerin bir arada var olduğu tek medeniyet tecrübesi İslâm medeniyetidir. Osmanlı da bunun zirve örneklerinden biridir!
Özetle: Ayasofya’nın cami olması zorunluydu: Ayasofya’nın cami olması, İslâm’ın sadece dârü’l-İslâm’da değil bütün yeryüzünde adaleti ve merhameti, hakikati ve hakkaniyeti tesis edecek yegâne kaynağın İslâm medeniyetinin zirvesi ve son örneği Osmanlı Devlet-i Âliye’si olduğunun bütün dünyaya ilan edilmesidir 15. Miladî asırdan itibaren.
Kim ki, İstanbul’un fethinin sembolü Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine karşı çıkıyor, bilin ki, o kişi, ya İstanbul’un fethinin ne anlam ifade ettiğini bilmiyor ya da bu ülkenin Bizans toprağı olduğunu sanıyor, demektir.
Ayasofya, turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Vesselâm.
(Yeni Şafak Gazetesi, 14 Haziran 2020)