Artık Ayasofya’nın açılması, bu oruç günlerinde ışığa susamış şerefelerinin hakikatin aydınlığına ve sesine kavuşturulması, umudun uzayan gün ışığı altın mahyalarla donatılması bir zaruret haline gelmiştir. İlerisine geçilmez ve geri dönülmez bir zaruret haline.
İstanbul’un fetih sembolü olarak mihrabı Mekke kıblesine doğrultulmuş ve beş yüz yıl minarelerinden Allah ismi yükseltilmiş bu camimizin, kırk yıla yakındır gömüldüğü karanlıktan kurtarılmasının ve daldığı uykudan uyandırılmasının, can çekişme azabını uzatan adeta bir ölüm kâbusu halini almış bir ateş komasından çıkarılmasının günü gelmiş ve geçmiştir bile.

          Ayasofya’nın açılma zarureti yalnız bir ülke için zaruret de değil, artık, siyasî ve diplomatik bir zarurettir de.

          Halk, yılmadan, usanmadan, unutkanlığa düşmeden yıllardır bu yüce isteğini tekrar edip durmaktadır. Gönderilen dilekçelerin yarım milyonu aştığı, basınca bile kaydedildi. Bu imzaları ucuca eklesek Ayasofya’yı kimbilir kaç kere dolanacak, kuşatacak, bir anne gibi bağrına basacaktır.

          Halk yanılmıyor. Halkın sezgisi güçlüdür. Bu isteğiyle bir ukdeyi söküp atmak, varolduğunu bütün cihana duyurmak istiyor.

          Savaşın duvarına kadar gidip geri döndüğümüz, üzerimizde gök şahidi orucun hilâlinin kımıldadığı bugünlerdeyse, millî morali yükseltmek, savaş korkusuyla karanlık kilisesine ve kanlı çanına sığınan yunanlıya iyi bir hakikat dersi vermek, batılıya da kesin kararIllığımızı hiç olmazsa inanış alanında göstermek için, Ayasofya’yı, mucizeli namaz seslerinin yankılarına kavuşturmamız bir zarurettir.

          Bize denecek ki, «Ayasofya’yı bir gün açsak bile, asıl bugün açamayız. Açarsak, Hristiyanlık dünyasını birdenbire aleyhimize çevirmiş oluruz ki, bu çok büyük bir diplomatik yanlışlık olur». Sulh zamanında açamamak, savaş gerginliği zamanlarında açmamak gibi Ayasofya’nın kaderi açısından acı bir düşüncenin psikolojisini yansıtma bir yana, ilk anda akla yatkın gibi gelen bu muhakeme, çok yanlı bir araştırılışla hemen çürüyecektir. Çünkü: gerek Yunanlılar, gerek dünya, kendi sınırlarımız içinde olan, beş yüz yıl da kesiksiz bir şekilde camilik yapan Ayasofya’yı bile, böyle bir haklı ve kararlı olduğumuz anda açmazsak, savaş yapacağımıza, sınırları aşarak Atina’yı, Selânik’i, Kıbrıs’ı alacağımıza hiç inanmaz. Biz ki, sembolik olarak kendi öz malımız bir camiyi camiliğine kavuşturmaktan hristiyanların sadece hakkımızda şöyle veya böyle düşünecekleri korkusuyla çekindiğimiz zehabını veriyoruz, isteklerimiz kabul edilmediği veya kaçamak olarak uygulandığı takdirde taş üstünde taş bırakmayacağımıza o dünyayı nasıl inandırabiliriz?

          Buna inandırmaya da o kadar muhtacız ki bugünlerde. Ayasofya’yı açmaktan da daha kolay ve daha risksiz bu inancı verecek ikinci bir imkânımız da yoktur diyebiliriz.

          Ayasofya’yı açmak, ayrıca Batı’nın bizim hakkımızda ne düşündüğünü açıkça ortaya koyacak milletlerarası bir anket olacaktır. Düşecekleri telâş sadece psikolojik olacak, belki de en ummadığımız tavizlere bile yanaşacaklardır. Başka ülkeler böyle anket değerini taşıyan fırsatları, kendiliğinden var değilse, doğurmaya çalışırlar.

          Ayasofya’yı açmak, hele o şu anda meleksi oruç halesiyle sarılı iken açmak, milletimizin maneviyatını kat kat arttıracak, yunanlıların maneviyatını ise yerle bir edecektir.

          Athenagoras’ın yüzündeki maske birdenbire düşecektir. Sırf antikomünist olan Yunan hükümetinin devrilerek yerini komünist bir hükümete bırakması için, Rusya’nın da tezine tam uygun bir biçimde ve yurtseverlik çığlıkları atarak savaş isteyen sol kalemlerin maskesi düşecektir.

          Ramazan ayına, Kudüs’ü vermenin onulmaz yarası ve hüznü içinde giren İslâm dünyasının yüzü gülecek, umutları yükselecek ve her zaman kara günlerimizde yanımızda olan bu kardeş ülkeler daha kuvvetle bizi destekleyecekler, kaybedilmiş Kubbetüssahra yerine ona yakın değerde bir camiye yeniden kavuşmanın sevincini duyacaklar. İşte bunu sağlayan biz de diplomatik bir zafer kazanmış olacağız.

          «Batı, bu kadar önem vermez bu çağda buna» diyecekler bulunacak. O zaman biz de kaçınılmaz olan şu soruyu soracağız: öyleyse neden açılmaz bir türlü Ayasofya? Ayasofya’nın hiç bir sembol değeri yoksa, onun hiç bir tepki değeri yoksa, halkın bu kadar ısrarı neden yerine getirilmez?

          Yoksa, Ayasofya’yı açar açmaz Batı’nın bir haçlı seferi düzenleyerek üzerimize yürüyeceğinden mi çekinmekteyiz. Öyleyse sırf bu korkuyu yenmek için Ayasofya’yı açmalıyız.

          Batı’da bir tepki doğacağı şüphesizdir. Fakat, biz bağımsız her millet gibi buna aldırış etmezsek, kısa zamanda tepki lehimize dönecek ve Kıbrıs konusunda da beklenmedik yemişlerini toplayacağız.

          En az riskli bir denemedir bu. Her imkânın zorlandığı bir çağda elimizin altında yatan bu fırsat neden kullanılmasın.

          İlâhi takdir noktasından, kapanma hikmeti de belki bu noktadadır.

          İnanmış bir millet olarak, Ayasofya’yı kendi yüce ismine kavuşturursak, Allah’ın, bizi görünmeyen kuvvet ve kudret hazineleriyle zafere kavuşturacağından hiç şüphemiz olmasın.

          Her zaferin sahibi O’dur, şüphesiz. Allah’tan yana çıkanlar, zaferden yana çıkmış olurlar.

          Bin yıla yakın bir zaman aydınlığı beklemiş ve beş yüz yıl İslâm’ın kutlu sesiyle kubbeleri çınlamış olan kutlu cami, Ayasofya, cümle kapılarının olanca arzusuyla gün ışığına açılacağı günler yakın, çok yakın, muştu sana.

(SEZAİ KARAKOÇ, SÜTUN, 1968)