Taşına, duvarına ruh ve mana aşılanmayan binalar insanları tarihten ve hakikatten koparan enkazdır; Aşkın, vecdin, sanatın ve topyekün tarihin altında kaldığı bir enkaz… Başka uygarlıkların izini taşıyan şehirler de zahirde bir devletin sınırları içerisinde olsa da hakikatte ait oldukları uygarlıklara bağlıdırlar.

          Basit bir nazarla bakıldığında ulu camileri, medreseleri ve tekkeleriyle İslam şehirlerini, Batı kentlerinden ayıran esas hakikat, taşa, toprağa Kur’ân ve Sünnet’in yansımış olmasıdır. Selimiye’siyle Sinan’ı, Sultan Ahmedi’yle Sedefkâr Mehmet Ağa’yı yeryüzü mimarlarından ayıran “ihsan”ın, “itkan”ın taşta, toprakta görülmesi değil midir? Bu yüzden şehirler önce medeniyetin rahminde doğar. Âlimlerin, mütefekkirlerin, sanatkârların yüreğinde olmayan şehirler cemiyetin sırtında yüktür. “

Yesrib’ler Mimarla Değil, Mus’ab’la Medine Olur

Kılıçla fethedilen Konstantin’in Akşemseddin’le İstanbul‘a dönüşmesi gibi; Yesrib’ler mimarla, mühendisle değil, Mus’abla Medine olur. Edirne’den İstanbul’a doğru yola çıkan muhteşem “fetih ordusu”nun en büyük gücü topları değil, askere bu yürüyüşün ulviyetini anlatan Akşemseddin, Akbıyık, Molla Gürani’nin de aralarında bulunduğu büyük ruhlu yetmiş veliydi. Yol boyu devam eden Akşemseddin’intebşirâtı, Fâtih’in, “Letuftahanne’l-Kustantiniyyetu… Elbette Konstantin feth olunacaktır…” hadisiyle müdellel hutbeleri, tekbir sesleri, Edirne’den Konstantin’in surlarını sarsmıştı. Allah-u Ekber’in hakikatine inanan fetih ordusunun nazarında uzaklar yakın, güçlüler zayıf olmuştu. Sanki karşılarında defalarca kuşatılıp alınamayan Doğu Roma değil de, deniz kenarlarında çocukların yaptığı, bir güçlü dalgayla da dağılan kumdan kaleler vardı. Biliyorlardı ki, hakiki bir aslan, bir ormana bedeldir fakat yapma yüz aslan bir aslanın, binde birine karşılık gelemez. Elinde balta olan küçük bir çocuk onlarca aslanı kırar da tek hamlelik bir müdahaleyle karşılaşmaz.

Latin Şapkası mı? Türk Sarığı Mı?

          Sultan Fâtih, Edirne’den Feth’e kadar ordusunun bağlı bulunduğu yüce mana merkeziyle irtibatını diri tutabilmek için muktezayı hal konuşmalarına hiç ara vermedi. Allah Resûlü’nün övdüğü ordu olma şerefine namzet askerlerine yaptığı konuşmalarından birinde şöyle dedi: “Ol Şehr-i pür tezyinin dâr ül-muvahhidîn olacağını va’di Seyyidi’l-Muslimin takrir ve tayin buyurdu. Erbab-ı kerametten Akşemseddin ve Akbıyık Dede sipah-i İslâm’a yüz ak bile revan oldu.”. Fethi müjdeleyen ayet ve hadîsleri dilinden düşürmedi (Bedâyi, 204; Evliya Çelebi, I, 96-7-105-9). O konuşurken hazırda bulunan cümle millet-i İslâm, “Canımız Allah yoluna feda” diyordu. Surlar içerisindeki Hristiyanlar da korku ile umut arasındaydı; Kalenin düşeceğinden dolayı korkuyor fakat Rumeli’deki Hristiyanların, ”Latin şapkasıgörmektense Türk Sarığı görmeyi tercih ederiz.” şeklindeki ifadelerinden hareketle zâlim bir imparatorluktan kurtulacaklarından dolayı seviniyorlardı.

“Millet-i İbrahim’in Yolunu Aç Ya Rabbi!”

          Karşılarında dünyanın en iyi korunan şehirlerinden birinin olduğu şuurunda olan fetih ordusu, Allah Resûlü’nün övdüğü asker olabilmenin heyecanı, Akşemseddin’in fethin müyesser olacağına dair konuşmaları neticesinde büyük zaferin arafesinde olduklarına yakîn derecesinde inanmaktaydı. Sultan Fatih ise cehri okuduğu namazlarda, “Ve Câhidûfillâh…. Allah yolunda hakkıyla cihad ediniz…” (Hac: 78) âyetini okuyarak Allah Azze ve Celle’nin seçtiği kullar kadrosuna dâhil olabilmek için Rabbine niyazda bulunuyor, “millet-i İbrahim’in yolunu aç Ya Rabbi!” diye dua ediyordu. Akşemseddin de çadırına çekilmiş, “Baş açık secdeye varmış, enîn bir hâlde Allah’a yalvarıyordu.”. Birkaç defa tekrar eden fakat muvaffakiyetle sonuçlanmayan büyük hücumlara rağmen şehir zapt edilemiyor, orduda ki sabırsızlık, Fâtih’te ki huzursuzluk artıyordu. Teslim olmaktan başka çaresi kalmayan fakat Batı’dan yardım gelinceye kadar direnmeye çalışan Konstantin ise 23 Nisan’da Fâtih’e bir elçi gönderip Moro yarımadası karşılığında sulh teklif eder fakat Sultan Fâtih, İslâm’ın hakikatine inanan bir Müslüman olduğunu teyit ve zaferi yalnız Allah’tan beklediğini tevsik makamında, “Ya ben Şehri alırım ya da şehir beni!” (Dukas, 170; Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti, II, 55) diyerek elçiyi geri gönderir.

“Yarın Sabah Şu Kapıdan Hisara Yürüyüş Ola”

          Kuşatma devam ederken savaş meclisi defalarca toplandı. Meclislerde, “Tamam inşallah” diyenler olduğu gibi Fâtih’i, “Bir dervişin sözüne bakarak buralara kadar geldiniz. Orduyu kırdırıyorsunuz.” diye tariz yollu tenkit yapanlar da vardı. Fâtih, tarizlere dayanamayıp fetihten önceki son gece, Akşemseddin’in çadırına gider, o da kendisine, “Bu kal’anın fâtihi sen olasın deyü âlem-i şehzadelikte sana tebşir etmiştik. Allah’ın inayetiyle fetih müyesser olacak.” der. Fâtih, daha açık müjdeler isteyince Akaşemseddin, “Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola, izn-i Hüda ile bâb-ı zafer feth olup ezan sadası ile surun içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.” (Nişancı Mehmed Paşa, Tarih, 145: Turan, a.g.e., II,55). 29 Mayıs 1453 gecesi hazırlıklar tamamlanıp deniz ve kara taarruzları yapıldı. Allah Tela’nın lütuf ve inayetiyle askerler şafak vakti surları geçti. 1000 yıllık Doğu Roma (Bizans) tarihe karıştı.

Cami Suretinde Yapılan Kilise: Ayasofya

          Fetihten üç gün sonra beyaz bir atın üzerinde İstanbul’a giren Sultan Fâtih, diğer bütün Bizans kiliselerinden farklı bir yapıda tıpkı bir câmi gibi inşa edilen, bu hâliyle de aslında ne amaçla kullanılacağını önceden bildiren ulu mabed Ayasofya’ya gider, kapıda atından inip şükür namazı kılar. Ayasofya’yı heykel ve resimlerden temizler. Ayasofya, o tarihten 1934’te kapatılana kadar Eba Eyyubel’l-Ensari Câmi’nden sonra İstanbul’un en önemli mabedi olur. Burada verilen cuma vaazları, kandil geceleri sohbetleri yoğun ilgi görür.

Şam’ın, Bağdat’ın, Rumeli’nin Zafer Anıtı

          Ayasofya, Manisa’da on küsur yaşında şehzade iken Akka kalesinin düştüğü, İslâm kadınlarının Fransızlar tarafından esir alındığı haberinin yayıldığı gün ağlayan, hocası Akşemseddin’in, “Allah sana İstanbul’un Fethi’ni nasip ederek küfre tarihinin en büyük yenilgilerinden birini tattıracak, mazlumların hesabını soracaksın.” ifadesiyle teselli ettiği Sultan Fâtih Muhammed’e ihsan edilen bir zafer anıtıdır. Bu ulu mabedi taş-toprak olmaktan çıkarıp, zafer kürsüsü haline getiren ulvi manayı korumak için Ayasofya açılmalıdır. Ayasofya, açılmalıdır ki, Şam’ın, Bağdat’ın, Kahire’nin, Doğu Türkistan’ın esareti için gözyaşı dökenlere Allah Azze ve Celle’nin büyük fetihler ihsan edeceğini ümmetin on yaşında ki çocukları öğrensin ve âlem-i İslâm’a hürriyet getirecek hamleler için şimdiden fetih oyunları kurgulasınlar. Ayasofya, on yaşında kendi ülkesi sınırları dâhilinde olmayan İslâm şehirleri için ağlayan bir şehzadenin küfre galibiyetinin sembolü olduğu için açılmalıdır. Açılmalıdır ki, millet evlatları Fâtihlerin hangi hassasiyetle yetiştiklerini ve yetişeceklerini görsünler. Anneler de evlerinde mabedleri taş yığını olmaktan çıkaracak, onlara Ayasofya gücü aşılayacak Fâtihler yetiştirsin.

Batı Kentlerine Yeni Fetih Mühürleri Vurulacak

          Ayasofya, yirmi bir yaşındaki bir Müslümanın dünyanın siyaset merkezine vurduğu bir fetih mührü olduğundan; İslâm’la küfrün hesaplaşmasının İstanbul’un fethiyle bittiğini ilan ettiğinden, içinde saf saf olanlarda Batı’nın kentlerine yeni fetih mühürleri vurma şecaati oluşturacağından kapatıldı. Onların olmasından endişe duydukları mühürlemelerinin olması için de açılmalıdır.

Mabetlerin Minberindeki Namahrem Eller

          Mabedler, İslâm ümmetinin namusudur. Bunun içindir ki, Allah Azze ve Celle mabedleri bir saldırı hâlinde onları koruyacak şecaate sahip müminlerin yapabileceklerini ferman buyurur. Nitekim “Eski Dünya ve yenidünya”dan oluşan müttefiklerin Çanakkale’ye saldırılarının hedefinde Ayasofya’da ayin yapıp ümmetin iffetiyle oynamak vardı. Fakat bu milletin, “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” şuuru, çocuklarının yüreklerinde Ayasofya şahsında bütün mabedlerimizi koruma iradesini büyüttü.

          Dışarıdaki ellerin ancak içerideki yaverler vasıtasıyla kapatabildiği iffet merkezimiz Ayasofya açılmalıdır ki, kapatılan, satılan, ahıra çevrilen, yol bahanesiyle yıkılan bütün mabetlerimizin göğsüne değen namahrem eller kırılsın.

Rumeli’nin Ayasofya’sı

          Devlet-i Aliyye zamanında fethedilen bir şehirdeki en büyük kilise camiye çevrilerek, adına Allah Resûlü’nün methine nailiyetin ve küfrün mağlubiyetinin sembolü olan Ayasofya denirdi. Aya-sofya, ibadete açılınca Rumeli’deki tutsak bütün mabetlerimize de “hürriyet” yolu açılacak, yıkılan ya da başka bir amaçla kullanılan camiler yeniden doğacaktır.

          Hak gelince batıl, güneş doğunca da gece zail olur. Ayasofya, “Hak gelince batıl zail oldu.” âyetinin tecelli zeminidir. Hakk’ın, batıla galebesini anlatır. Sahte kahramanlar eliyle bu büyük zafer anıtı üzerine çekilen batıl örtüsü yırtılarak Ayasofya yeniden Hakk’ın tecelli zemini hâline gelmeli, tarihte olduğu gibi cihad fetvaları avlusunda okunmalıdır.

“Ayasofyaları da Fâtihsiz Bırakma Ya Rabbi!”

          Hz. İbrahim’in, “Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet çıkar.” (Bakara: 128) duasına icabetin neticesi olan Allah Resûlü, Kâbe’yi; Onun duasına nail olan Fâtih de İstanbul’u putlardan temizledi. Yıllarca Ayasofya’nın mahzun halini seyredip, “Bu milleti mabetsiz, Ayasofyaları da Fâtihsiz bırakma.” diye yalvaran ak sakallıların dualarının bereketi olarak açılacaktır Ayasofya.

          Ayasofya, câmilere kilit vuran, asli hâliyle ezanları susturan zihniyetin işgal ordularının bile yapamayacağı cinayetlere imza attıklarını tescil ve yeni cinayetleri için de milleti tembih etmek için açılmalıdır.

Ayasofya, Onlarca Yıldır Akan Gözyaşlarını Dindirmek İçin Açılmalıdır.

          Evine kabul ettiği insanların ihanetine uğrayan, mukaddesatına işaret eden ne kadar kıymetli eşyası varsa tamamı hainler tarafından müsadare edilen hane sahibi gibi; gözleri önünde câmisi, medresesi talan edilen, mabedi müzeye çevrilen, uleması asılan bir milletin onlarca yıldan beri akan gözyaşlarını dindirmek için Ayasofya açılmalıdır.

Müzeden Kiliseye

          1931 yılında Th. Whittemore’ye Amerikan Bizans Enstitüsü adına Ayasofya’nın mozaiklerini ortaya çıkarma yetkisi verilerek, “Bizim ancak müzeye çevirebildiğimiz Ayasofya’yı kiliseye çevirmek ise sizin vazifeniz” diyen bir zihniyetin devrinin tamamladığını ilan etmek için Ayasofya açılmalıdır.

Ayasofya, Küresel Zulme Engel Olmak İçin Açılmalıdır

          Ayasofya, donanmasına verdiği talimatta ne kadar kararlı olduğunu gösterebilmek için atını denize süren, komutanına da “ya öl ya da küffar donanmasını al de gel” diyen Fâtih’in nasıl bir iradeye sahip olduğunu anlayabilmek, Allah adına mücadele edenlerin bedel ödemeyi göze almadan zafer kazanamayacaklarını idrak etmek ve mabetleri korumak için her türlü bedeli ödemeye hazır milyonlar olduğunu izhar ederek küresel zulme engel olmak için açılmalıdır.

Ayasofya, Fethi Anlamak İçin Açılmalıdır

          Ayasofya, Bizans’a gönderdiği elçiyle Konstantin’e, “Ya ben Şehri zapt ederim yahutta şehir beni ölü veya diri ele geçirir.” diyen, savaş meclisindeki kimi paşaların direnmesine rağmen haftalarca İstanbul önlerinde bekleyen Sultan Fâtih’in neden İstanbul’u fethettiğini anlamak için açılmalıdır.

Cennet Kapıları

          Fethedilen yüzlerce şehir içerisinde sadeceKonstantin’i özgürleştiren Sultan’a, Fâtih denmesinin nedeni küfürle İslâm’ın hesaplaşmasısürecinin İslâm’ın nihai zaferiyle son bulduğunuilan etmek içindir. Ayasofya nihai zaferin “madalyası” hükmündedir. O özgürleştirilmelidir kimillet evlatları Cennet kapılarının neleri başardıktan sonra açılacağını öğrensin.

Kudüs Salahaddin’ini, Ayasofya Fâtih’ini Bekliyor

          Ruh ve manamızın, izzet ve itibarımızın Ayasofya ile olan derin alakasından dolayıdır ki bu millet Ayasofya’yı özgürleştirme mücadelesinden hiçbir zaman vazgeçmedi, vazgeçmeyecek. Doksan küsur yıllık bir gurbetin ardından Kudüs nasıl bir Selahaddin tarafından fethedildiyse, Ayasofya da bir Fâtih tarafından açılacaktır.

Bu Milleti Vebalden Kurtarınız!

          Ayasofya, ömrünün Cumhuriyet dönemine tekabül eden kısmını göz hapsinde geçiren Ali Haydar Efendi’nin, “Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniye’ye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.” diyen Bediuzzaman’ın, Süleyman Efendi’nin, Abdulhakim Arvasî’nin, Mehmed Zahid Kotku’nun, Mahmud Sami Efendi’nin, mahkeme heyetine, “Eğer İslâm’ı müdafaa etmek suçsa, buna göre getirin bir kanun maddesi biz de başımızı üç ayaklı sehpanın yağlı urganına feda edelim” diyen Üstad Necip Fazıl’ın, “Bu milleti bu büyük vebalden kurtarınız.” yönündeki vasiyetleri olduğundan açılmalıdır.

Fâtih’in Bedduası

          İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’yı câmiye çeviren Fâtih Sultan, ileriki yıllarda zuhur edecek siyasi iradenin burayı ibadetten başka bir amaç için kullanacağını hissetmiş olmalı ki vakfiyyesine onlara dair beddua cümlesi derc etmiştir.

         “Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesini kastederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer’i şerife aykırı olarak vakıfta tasarruf etmeye azm eylerse, mesela Şeriat’a ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey talep ederse, kısaca batıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti üzerlerine olsun. Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve herşeyi bilir.”

          Sultan Fâtih’in bu vakfiyesinden dolayı Ayasofya’nın önüne kadar gelen fakat orada durup, “Îmanımız Hapiste” diyen, bir müddet sonra da kendini toparlayıp, “Ey Ayasofya! Seni bu hâlde seyredersem, başka bir amaçla kullananlara beddua eden Fâtih’in lanetine ben de maruz kalırım. Mihrabındaki, minberindeki namahrem ellere bakıp da ses çıkarmayan bir Müslüman olarak kıyamet günü Fâtih’in yüzüne bakamam.” Diyen millet evlatlarının bu tutsak mabede girebilmesi, yarın Fâtih’in yüzüne bakabilmesi için Ayasofya açılmalıdır.

          Ne var ki İstanbul’u bu milletten alamayanlar, Ayasofya’yı Kâbe’den kopararak millet kıblesinden uzaklaştırmak amaçladı. Ayasofya’yı kızıla boyadı. Fakat meydanları dolduran, “Zincirler kırılsın; Ayasofya açılsın.” Diye yürüyen İslâm’ın çocukları, bir kez daha gösterdi ki gökyüzünün rahminde bütün puttan adamları eritecek, bütün zincirleri parçalayacak bir şafak var. O şafak Ayasofya için de doğacak.

(Ayasofya Dergisi, 18. Sayı, Haziran-Temmuz 2017, Sayfa 18-22)